Salı, Ocak 31, 2006

Fabrica!



Nasıl bir proje gençlere ve geleceğe imkanlar sunar? Nasıl bir yapı sanatın yeniden doğuşuna ev sahipliği yapabilir?

Ham gelen maddeler, Fabrica’daki simyacılar tarafından işleniyor. Boş verin altını, çalışmalarıyla size kendilerini sunuyorlar.

Sanatçıların en büyük sıkıntısı, tüm zamanlarda olduğu gibi, projelerine maddi kaynak bulamamak. Türkiye’de yüzlerce Medici ailesi olmadığı gibi, dünya üzerinde de artık sınırlı kaynaklar var. Binlerce sanatçı sponsor peşinde koşmaktan, booking firmaları sanatı değerinden aşağı satmaktan sıkılmış durumdalar. Bu durum sanatçılar için de büyük zorluklar yaratıyor. Kabul etmedikleri bir düzen ya da etik üzerinden biyolojik saatlerini yürütüyorlar. Sanatçı için gerekli ortam sağlanmadığı süreççe de ortaya çıkan işler pek de iç açıcı olamıyor. Geçmişten günümüze en büyük sorun ya da gerçek. Tam bir ironi. ‘Sanat; sanat için mi sanatçı için mi?’ sorusu da buradan çıkıyor belli ki. Biz sanatın sanatçı için olduğunu göz önünde bulunduralım şimdilik. O halde bizim gibi düşünen birileri daha var diyebiliriz.

Kültür yönetimi, gün geçtikçe daha da önem kazanıyor. Hem sanatçıları hem de tüketicileri olgun bir platformda beslemek işi ise büyük ellerde. Yıllardır sanata verdiği desteği her disiplinde sürdüren Benetton 1994 yılında akıl almaz bir projeyi hayata geçiriyor.Tasarımını, müze tasarlamakta usta bir el olan Tadao Ando’nun yaptığı devasa bir mekan FABRICA. Geçmiş ve geleceğin Venedik yakınlarındaki Treviso da can bulmasını sağlıyor Ando. Mekanın devasallığını bir tek mimarisi değil üstlendiği misyon da destekliyor. Disiplinler arası bir iletişim platformu olan mekanda, dünyanın her yerinden genç sanatçılar aldıkları burs sayesinde burada toplanıyorlar. Yaratıcılığın ve üretkenliğin sınırsızlığında önlerine gelen işleri bir çırpıda bitiriyorlar. Kar amacı gütmeyen bir çok kurumla iç içe çalışan Benetton da, sanatçıların işlerini sergilemeleri için imkanlar sağlıyor.

Bu binanın en ücra köşesi bile sanat kokuyor. Her yerde her disiplinde deneysel çalışmalar dikkat çekmekte. Bir odada birileri film hazırlarken, diğer odada yeni bir ayakkabı tasarımı yapılıyor. Bu organizasyona dahil olan genç Türk sanatçılardan biriyle de konuşma fırsatı bulduk ve kurumun çalışma prensibini öğrendik. Meriç Kara tasarımlarıyla ve projeleriyle boğuşurken Fabrica’yı duyuyor ve portfolyosunu hazırlayıp gönderiyor. Değerlendirmeyi geçen diğer sanatçılarla yaptıkları gibi kendisine de 6 aylık ya da bir yıllık bir kontrat sunuyorlar (Meriç Kara ise 2 yıl ayrılamamış oradan). Kendi deyimiyle ‘burs değil maaş’ alıyor sanatçılar. Anlattığına göre de işler Fabrica’da şöyle yürüyor. Bir firma geliyor, ilgili departmana ( müzik, film, tasarım, fotograf,..) isteklerini sunuyor.Projeye uygun sanatçı ya da sanatçılara görev devrediliyor. Sanatçılar da kendileri için ayrılan ‘evler’de işlerini yapıyorlar. Evler diyorum çünkü mekan kendini böyle tanımlıyor. Endüstriyel kültürün mabedi olan Fabrica 17. yüzyıl villalarının uyarlaması. Her sanatçı evinde işlerini yapıyor.

Meriç hanım genelde ayda bir iki proje geldiğini söylüyor. Geri kalan zamanda ise etkileşimli bir şekilde çalışmalar, kişisel gelişimler sürüyor. Bazen bir departmanda sırada bekleyen insanlar olabiliyor ve misyonunu tamamlayan arkadaşlar da oradan ayrılıyor. Dünyanın her yerinden gelen insanları, dünyanın başka yerlerinde görüyoruz Fabrica sayesinde. Örneğin Derviş Zaim buradan çıkıp Venedik Film Festivali üzerinden UNESCO ödülünü alıyor. Benetton ve Dünya Yemek Programının ortak girişimi için görevlendirilen fotoğraf sanatçısı James Mollison da Afganistan, Gine ve Sierra Leon’a gidip fotoğraflar çekiyor.

Yakın zaman Fabrica’nın eşlik ettiği projeler de baş döndürücü. Roma’da film ve video üzerine gerçekleşen Resfest, endüstriyel tasarım adına İstanbul’da gerçekleşen atölye çalışmaları, Avustralya’da teatral ve müzikal prodüksiyonunu gerçekleştirdikleri Credo – Queensland Music Festival. Tabi bu kadar değil. Size önerimiz Fabrika’yı ve burada çalışma fırsatı bulan Meriç Kara’nın internet sitelerini takip etmeniz. Kim bilir, belki üşengeçliği bırakır bir portfolyo da siz hazırlarsınız.


::: http://www.fabrica.it :::

::: http://www.merickara.com/ :::

Zdzislaw Beksinski



Sinestetik durumlar karşısında, gerçek dünyaya uzanan parmaklar

Zamanın dalgalandırdığı bir çok yaşam için zamanı sanatıyla bir kenara iten ve bize gezegenimizin karartısını gösteren sanatçı, asıl gerçeğin hayal dünyamız olduğunu anlatıyor

Masmavi gökyüzü, yemyeşil ağaçlar, cıvıl cıvıl insanlar ve bir sürü çifte sıfatlı yapı. Ah, ne güzel bir dünya değil mi? Değil elbette. Özgür dünyada herşeyin kalıplara hapsolduğu bir yapıdan söz ediyoruz. Eğitim verirken, o ilk kalemi elimize aldığımız sıralarda, gördüğümüz resim derslerinde öğreniyoruz bu kalıpları. ‘ Gökyüzü mavi, güneş kırmızı olacak ‘. Kaç tane çocuğun gökyüzünü pembeyle, ağaçları siyahla, suyu kırmızıyla boyadığını gördünüz? Dünyanın her yerinde sayılıdır bu insanlar. Zdzislaw Beksinski de onlardan biri.

Karanlık çağların tekrardan yaşandığı bir döneme doğan sanatçı, size düşlerini anlatırken bu renkleri ve bu gezegeni çok iyi kullanıyor. 1929 Şubat Polonya doğumlu Zdzislaw Beksinski çoğu sanatçı gibi çocukluğunda bi’şeyler karalıyor elbet, fakat kendini bir ressam olarak tanıması mimarlık eğitimi aldığı yıllara denk geliyor.
Resimin öncesinde fotograf Beksinski için daha ön planda ve daha gerçek. Daha gerçek çünkü O, her zaman sadeliğin tek bir karakterden çıkarak esere gerçeklik kattığını düşünmekte. Siyah ve beyaz fotograflarında insanlar ve betonarme doğadan tasarladığı sahnelerin tümünde bir tekillik mevcut. Zorlama bir uyumu gözler önüne seriyor sanatçı. Doğadan bahsediyorsak hangi doğa, insandan bahsediyorsak hangi insan? Gençlik yıllarının ikinci dünya savaşına denk geldiğini gözönünde bulunduracak olursak, bu Polonyalı gencin de Nietzsche ile aynı kaderi farklı alanlarda yaşadığını görüyoruz.

Hiçbir zaman doğanın bir parçası olamayışı, başkalarının doğasının ise ta kendisi oluşu, her disiplindeki ürünlerinde gözler önüne seriliyor. Heykeltraş yanını da işte bu kavramsız varlığıyla besliyor. Eğitimi bittiği süreçte ise artık kendini tamamiyle resime adıyor. Bu arada da genç Beksinski kişiliğini tamamlıyor ve kendine has prensiplere sahip oluyor. Hiçbir zaman yabancı bir dil konuşmuyor, hiçbir ideolojik görüş ya da grupla bütünleşmiyor. Ve hatta politikadan da nefret ediyor. Yaşadığı karmaşık çocukluk, ardından gelen ordan oraya taşınma süreci içerisinde atlattığı badireler ona hayatın sadece ‘ kendisi ‘nden ibaret olduğunu gösteriyor. Bu sistemde yaşamak için kendisi olarak kalmayı tercih eden sanatçı, 1970 ve 80’lerde artık sürreal dünyanın çok da ötesini yaratarak İsviçreli sanatçı H.R.Giger’ın deyimiyle ‘döneminin ve sürrealizmin bir diğer’ ustası oluyor. Bahsedilen bir diğer usta ise elbette Salvador Dali.

Zdzislaw Beksinski, uzun bir zaman ‘yapabildiğini bilip başkalarına gösterme ihtiyacı duymayan insan’ olarak anılıyor. Onun eserlerini hiçbir kişisel sergi başlığı altında göremiyoruz. Hiçbir zaman da buna taraftar olmuyor. Bir fotograf sanatçısı ünvanı ile yaşadığı yıllarda Bileşmiş Polonya Fotograf Sanatçıları kurumunun sergilerine katılıyor. Ardından gelen ressam kimliğinin ürünlerini ise görmek için müzelerin ve koleksiyoncuların kendi arşivlerini açmalarını bekliyoruz. Tabi bu durum bir noktada son buluyor. 1975 yılında, tüm halktan gelen oylarla Polonyo Cumhuriyetinin otuz yılı içinde en iyi ressamı olarak onurlandırılıyor. Bu onur karşısında yapıtlarının sergilenmesine izin veriyor. Artık Polonya ve Avrupa’da bir çok sergisi oluyor sanatçının.

1977 yılına geldiğimizde ise sanatçının içe kapanık tavrının daha da güçlendiğini görüyoruz. Doğduğu yer Sanok’tan Varşova’ya taşınan Beksinski, burda tamamıyla toplumdan kendini soyutluyor. ‘ Sanatçı fanus’unda kapalı kalmayı seçen Beksinski, insanları dehşete düşüren gerçeklik ve güzellikteki eserlerini de bu yıllarda ortaya çıkartıyor. Akrilikle olan yakınlığı, ışık efeklerini de başarılı bir şekilde kullanışı, detayları ve hikayesiyle eserlerinin bütünlüğünü perçinliyor. Bir tabloya her bakışınızda başka bir detayı farkediyorsanız, eserleri üzerindeki ağır çalışma şartlarını da zamanla daha da net görüyorsunuz demektir. Ağır çalışma koşulları ise şu şekilde oluşuyor.

Zdzislaw Beksinski’nin klasik müzik tutkusu herşeyden de önce başlar. Özellikle gotik ve barok dönemin eserleriyle içiçe yaşar Beksinski. Her yerde her zaman müzikle yaşar. Bulunduğu mekanda klasik müzik eserleri eşliğinde, evinden hiç çıkmadan, günde yirmi saat tablosunu boyayarak yaşamının büyük bir kısmını götürür. Kendisinde müziğin etkisini de yadırgamaz sanatçı ve şöyle der: ‘ Benim eserlerimdeki canlı renklerin ölü renklerle içiçe geçmesi müzikal bir matematiğe bağlıdır. Tıpkı bir senfonide olduğu gibi desen sahne alır, bir bulanıklık seyirciyi sarsar, giderek artan renklerin çığlıkları her şey bittiğinde eseri tüm doğallığıyla kucağınıza bırakır. Tabloda görüdüklerim, notaların renkleridir. ’

İnsanların hayal dünyasına farklı bir bakış açısı, sanatçıların önlerine ayrı bir dünya yarataıp koyan Zdzislaw Beksinski tüm eserleriyle Dünya fantastik realizm çıtasını sürekli tekmeleyerek yukarılara çekiyordu. Her ne kadar içine kapalı biri olsa da yaşamı seven bu inatçı ihtiyar, ne yazık ki 22 Şubat 2005’de evinde ölü bulunuyor. Oğlunun bir arkadaşının yardımları ile Varşova’daki evine gelen iki genç, yüzyılların cahilliğiyle, kendisi de bir eser olan sanatçıyı vahşice bıçaklayarak öldürüyorlar. Kasvetli bulutlar altında dolanmaktan asla vazgeçmeyen Zdzislaw Beksinski, bulutlardan aldığı siyahla şu an cenneti karartıyor olsa gerek.


.:. http://www.beksinski.pl/ .:.

Lee Hasler || Eyeport





Panayır alanına dönen televizyonlarda bit’leri parmaklarla sayılan karelerin keyfi!

Zaman tünelinde geriye gidemesek de geçmişi günümüze uyarlayabiliyoruz. Olduğu gibi geçmişi görmek yorucu olsa da Lee Hasler bizim için yeniden icra ediyor geçmişi.


Derin sohbetlere dalınsa bile Commodore Amiga diyince hala bir çok muhabbet yarıda kesilir. Bir anda ortamdan sesler yükselir. Monkey Island, Rick Dangerous, Sensible Soccer…Böyle gider bu curcuna. Birisi son nefesini verene kadar da sürer. Grafik alanında ilk görsellerimiz olan bu yapılar, bizi içine çeken puslu bir dünya artık. Ama o taddan da ayrılamıyoruz. Pacman ile başlayan çılgınlık Playstation’lar da sürüyor. Gene de ilk göz ağrısının yeri apayrı.
O köşeli maviler, yuvarlak olamayan hatlar üzerine çekilmiş cakalar beynimize kazınmış durumda. Artık scene partilerinde ya da reklamlarda görebildiğimiz bu tarz çizimleri yapan birileri var elbet. Hatta o derece ki, bu tarzda inat edip güzide sanat akademisi Kent Institute Art & Design’ı onur derecesiyle bitirenler bile var.

Amiga ve Nintendo bağımlısı bir insan da Lee Hasler. Kendisi küçük yaşlardan itibaren grafiklerle iç içe büyüyor. Bir an boşu yok. Belli bir yaşa kadar görüyor, ardından yapmaya koyuluyor. Daha eğitim yıllarından geleceğe sesleniyor. İlk olarak da Apple Mac ile Amiga’yı birlikte çalıştırıyor. 70’lerin çocuğu olan Hasler televizyonda gördüğü yaratıklara hayran. Onların büyüsüne kapılıyor. Bunun üzerine hayatına Japon robot oyuncakları da girince iş iyice çığırından çıkıyor. Bir yanda Apple Mac ve Commodore Amiga tual, diğer yanda ışınlar saçan robotlar ve yaratıklar sanatçının hızını alamamasına neden oluyor. Hayal dünyasını doyasıya yaşayan Lee Hasler illüstrasyonla bir daha hiçbir zaman kopamayacağı bağlar kuruyor. Derinlerden çıkarttığı renkli taşları ise yüzümüze gözümüze sürüyor. Kömürden çıkarılan mor renk gibi o da beyninden bir parçayla sizi dehşete düşürüyor. Bu euphoria’nın yarattığı mutluluk uzun süreli olabiliyor.

Lee Hasler’ın Eyeport projesindeki illüstrasyonlarının en vurucu özelliği; seçtiği hatları ve açıları. Öncelikle karakterleri köşeli çiziyor sanatçı. O kadar köşeli ki, lego insancıklarının kafalarından da köşeli. Bildiğiniz küp kafalı karakterler. Hepsi de bulundukları ortamı çok iyi ifade ediyorlar. Lee Hasler’ın çocukları için yarattığı dünya içinizi ısıtıyor. Gerçeklik payı o kadar yüksek çözünürlükte ki gözleriniz içinde kayboluyor. Sizi davet eden bir dünyası var elbette eserlerin. İçeri girer girmez keskin hatların kenarlarına takılıyor gözleriniz. Doğru tahmin ediyorsunuz, birazdan sizi parçalara ayıracak olan bu kenarlar. Lakin panik yapmaya gerek yok. Çünkü algının ani değişiminden dolayı belirgin bir seçicilik olamıyor bünyede. Daha yeni dahil olduğunuz boyutun normal dünyayla hiçbir bağı yok. Gittiğiniz yol da yol değil zaten, rüya. Ama siz bunu da önemseyemeyecek durumdasınız. Görüş açınızın sınırlarını zorlayan duruşları var eserlerin. Derinlik hissi son derece başarılı bir şekilde verilmiş. Gerçekten başka bir boyutta olduğunuzu kabul ediyorsunuz artık.


Görsel iletişimin kendi içindeki zoraki devinimini zaten televizyonlardan takip edebiliyoruz. Bilgisayarlar da keza aynı dertten muzdarip. Gerçeklik bu makinelerde kendi sınırlarını zorlarken, teknolojinin getirdikleriyle insan çakışıyor. ‘Bu kadar da gerçek olamaz!’ ya da ‘Yok böyle bir hayat’ dediğimiz bir çok görselle karşılaşıyoruz. Makinelerin ve gerçek hayatın buluşmasına hala tam anlamıyla alışamadık. Bu Dünya’dan değilse bile bu Dünya’yla bir bağlantısı olsun istiyoruz. Sonuçta bu zoraki bağı kendi yaratmak istiyor sanatçı. İşlerinin çoğu günlük hayatın en yalın halinin, en farklı yaklaşımları. Sanatçı yapıları sabit bırakıp karakterlerin boyutlarıyla uç seviyelerde oynuyor. Gerçekten öyle bir dünya olmadığını kabul ediyorsunuz. Ancak ‘keşke böyle bir dünya olsa’ da diyorsunuz.

Yaşam alanımızın gerçeklerle sınırlı olduğu bir dünyada bulunuyoruz. Ne yazık ki hayallerimiz her yerde ve her zaman kabul görmüyor. Hatta hayaller toplumda marjinal bir kesim dahi oluşturuyor. Ancak marjinal kesimin toplumu beslemesi gibi hayaller de bizi besliyor. İsteklerimiz ve kendimize olan inancımız sayesinde görebildiğimiz bir alan daha yaratıyoruz. Gökyüzünü yeşil görmek isteyebiliyoruz. Ellerimiz kocaman olsun, kafamız ise küçülsün diyebiliyoruz. Bizimle de aynı istekleri paylaşan birinin çalışmalarını görünce de seviniyoruz. Daha da ötesi sanatçıyla etkileşime geçerek kendi dünyamızı onun dünyasıyla harmanlıyoruz. Paylaştığımız frekansın her iniş çıkışını eserlerinden alıyoruz. İşte gerçek dünyayı yeniden yaratan adam Lee Hasler.

Dediğimiz gibi hayatın içindekileri de işlerine sıkça yansıtıyor. Varolan üzerinde oynama yapmadan tasarlıyor her şeyi. Teknik anlamda yaptığı çok basit bir illüzyon; ekseni üç boyutta kırıyor İşte bu başarılı hareketler ve yıllardır kendini kaybettiği çocukluğu ona bir hediye de veriyor. Deneysel illüstrasyon ve tasarım dergisi Fuse’un tasarım ve doku yarışmasının dört galibinden biri de O oluyor. Pop-art çalışmalarında kolaj tekniğinin de onu beslediğini biliyor Hasler. Beynini bir örtü gibi seriyor renkler ve dokular üzerine. Kısa da olsa görüşme fırsatı yakaladığımız sanatçı bu sıralar Eyeport projesine odaklansa da yeni bir ‘açı’ daha yakaladığının sinyallerini veriyor. Beğenilerini ifade ederken etkilendiği sanatçıların da ( David Lynch, Sonic Youth…) gerçekliğine katkısı olduğu yadırganamaz. İllüstrasyonda makine dilini parçalayacak kadar ileri gitmiş kendisi. ASCII format üzerine gittiğini belirten bu Amiga ve Nintendo sever insanın nasıl dokular yaratacağı ise meçhul.


::: http://www.eyeport.co.uk/ ::: ::: http://www.leehasler.com/ :::

Plastikman || Richie Hawtin



Gerçek, mantık, insan, yapı ,ben, sen!?

Korku tünellerinin hepsine gülüp geçebilirsiniz ancak duvarları gerçekle sıvanmış dar bir alanda da bu tepkiyi verebilecek misiniz?

Müzik tutkusu, üretimi olsun dinlencesi olsun, insanların boyutlar arası geçiş keyfini yüzyıllardır sağlayabilen belki de tek sanat dalı. İçinde bulunduğunuz zaman mekan ilişkisini değiştirebildiğiniz ses kombinasyonları. Her yolculuk birkaç ya da birçok dakikanın içine sığdırılmış olsa da, belirli zamanda anlatılan hikaye dünya saatiyle her zaman bir uyumsuzluğa sahiptir. Müzik severin işine gelen de budur zaten; kendini okuduğu kitabın kahramanının yerine koymak gibi dinlediği insanın hikayesinde kahraman olma keyfi. Bir de bu kahramanın başından geçen olaylar diken üstünde ilerliyorsa, işte o zaman gerilim romanlarının bitmez tükenmez heyecanı içinize işler. Richie Hawtin’in eserleri ise başlı başına birer klasik oldular. Canada’nın Windsor Ontario mevkinden kalkıp Detroit’e gelen Hawtin ailesi, oğullarının eğitimine destek vermek için evlerinin bodrumunda bir stüdyo kurdular. O sıralara Detroit The Music Institue’de okuyan Richie için yeterli ortam sağlanmış oldu. Ve tabi ki techno’nun sınırlarının da eğilip bükülmesi için gerekli alt yapı.

90’ların başı itibariyle, minimal kulvarının vazgeçilmez ismi Richie Hawtin, bir çok projeyi yaratıyor ve geliştiriyor. 93 yılındaki doğum günü partisinde John Aquaviva (plus 8) ile yarısını hazırladıkları ‘Sheet One’ albümüyle de Plastikman hayata gözlerini açıyor. Albümün girişinden bitimine kadar alınan hazzın nedeni tamamıyla gerilen sinirlerin bir anlık boşalmasından ibaret. Bir saatlik albümün bünyede yarattığı huzursuzluktan alınan keyif ise bambaşka. Kendine has vuruşlarıyla Godet’i bekleyen insanlar oluşturuyor Plastikman, çünkü hiçbir parça sizin tahmin ettiğiniz düzende akmıyor. İnişleri ve çıkışları belirsiz dalgalara sahip bu yapılara osiloskop görevi gören bünyenin ne anladığını anlatmak gerçekten güç. Plastikman’in başarısının altında yatan en temel özellik ise ‘Plasticity’ parçasında görülmekte. Hiç acelesi yok Richie Hawtin’in. Düzenli vuruşlar üzerine dipten gelen uğultular ve bu uğultuların yavaşça yerini asıl vuruşlara bırakması mevcut durum. Beyninize sarılan bir elin sessizce bir pitona dönüştüğünü düşünün. Fesatlar cenneti aslında albüm. Gergin ve huzursuz bünyenin mutlu olmasını nasıl sağlıyor kendileri bilemesek de, ne kullanıyorsa biz de istiyoruz. Bakalım neler kullanıyor Hawtin.Final Scratch ve Ableton Live baş tacı iki program Plastikman için. Bir de Allen ve Heath ile geliştirdikleri bir mixer var. Yamaha DX serisinin hayranı olan Plastikman, Ableton’un DX emülatörü çalıştırmasından dolayı yakın dönem prodüksiyonlarını Ableton Live üzerine kuruyor.

Geçmiş dönem prodüksiyonlarına dönecek olursak, ikinci albümü ‘Musik’ artık Hawtin’in Detroit techno’nun neferi hatta kumandanlarından biri olduğunu göstermekte. Kraftwerk’in minimal yaklaşımlarını günümüze taşıyan bir albüm Musik. Konception ve ardından gelen Plastique adlı parçalar varla yok arasındaki en kısa yolu oluşturuyor. Glitch sütünların kafanıza yerden çıkıp da vurmasını sağlayan atmosferin nedeni, aslında beynin tavanını ve tabanını seçememesi, algı denen yapının da işlevini görememesidir. Glitch için seçtiği tonlar, hiçbir söz olmayan parçaları dahi konuşturmakta. Asıl başarısı da burada yatıyor.Plastikman’in Parçaları konuşuyor. Piknik sepetinizdeki besinlerin konuştuğunu düşünürseniz yüksek delirim hattında olduğunuzu anlayacaksınız.

94’den 98’e kadar Richie Hawtin ismiyle katıldığı projelerden sonra kahramanımız Plastikman, 98 mayısında ‘Consumed’ albümünü yayınlar. Albüm sizi alıp dans pistine bir vida gibi döndürerek yerleştiriyor ve bitene kadar da döne döne çıkıyorsunuz yuvanızdan. Özellikle albüme adını veren ‘Consumed’ parçası, Hawtin’in hayal gücünün nerelere uzandığının resmi. 70’lerin tonlarıyla yarattığı harikalar dünyasına dahil olmak için yapmamız gereken sadece dinlemek, anlamaya çalışmamalı bu adamı. Teknoloji el verdiği kadar mekanikleşen insanın monotonluğunun üzerine yazılan notalar, korteksi yırtarak beyni iki yana yapıştırıyor.

Sheet one ve Musik albümlerinin dahil olduğu trilogy’nin son albümü de gene 98 yılında geliyor. ‘Being John Malkovic’ filmi için geçerli senaryo neyse bu albüm içinde durum aynı. Yaklaşık altı dakikalık bir korku ‘Korridor’undan geçerek Richie Hawtin’in beynine ulaşıyoruz. Salonda bizi karşılayan parça ‘Psky’. Kendisi yavaşça uçan nöronun üzerine, bizi koyuyor. Giderek karmaşıklaşan ancak hızı hiç değişmeyen bir rollercoaster’da olmak insanı çıldırtabilir. Kompleks yapının devamını sağlayan raylarının sonu hiçbir zaman görülmüyor. Her an bir uçuruma düşme tehlikesiyle karşı karşıyasınız ama bunun gerçek olmadığını da biliyorsunuz. Tek tek her parça için saatlerce yazılabilir aslında lakin o kadar yerimiz yok. Siz ‘Hypokondriak’la transa geçin, ‘Lodgikal Nonsense’; sizi de albümü de gerçek zamana bırakacaklar.

Son olarak da 2003 yılının ekim ayında ‘Closer’ adlı albümü yayınlayan Plastikman, içsel sorgulamalarını, kopukluklarını, kaybolan datalarını, inişlerini çıkışlarını, yani her şeyini bu albüme aktarmış. Giriş, gelişme, sonuca bakınca tüm bunları görebiliyoruz. Richie Hawtin tam anlamıyla bir prodüktör. Parçalar muazzam bir şekilde düzenlemiş. Her birinin de içini doldurup, düşünsel boyutta, kendince tanımlamış sanatçı. Albüm kapağındaki yarım irisin renk oyunlarıyla verilen ifadesi dahi ince bir düşünce. Tam anlamıyla sanatçı, dinleyicisiyle iletişim bağlarını kurmuş ve data aktarımına başlamış. Kahramanımız doğru zamanın geldiğini düşünüyor olmalı ki, kendini insanlara açmış.

Techno müziğin minimal yapısını ve dolambaçlı seslerini üst düzeylerde yöneten orkestra şefi Richie Hawtin’in kirlileri de Nostalgie 1 ve 2 adlı toplamalarla su yüzüne çıktı. Çoğunluğu 97 döneminde çıkardığı single’ı ‘Sickness’a ait seslerle yeniden yapılandırdığı parçalar oluşturmakta. Bir ‘müzik filozofu’nun hayatını gözler önüne seren bir çalışma. Hardcore, noise, techno’nun nasıl bir insanda minimal bütünlüğe eriştiğinin en güzel örneklerinden bu çalışmalar. Öte yandan Richie Hawtin kimliğiyle halkın arasında dolaşan kahramanımız 98’den beri de DE9 adlı bir proje yönetiyor. Diğer sanatçılarla etkileşimde geliştirdiği DE9 projesi de
http://www.richiehawtin.com/ adresinden takip edilebilir. Bitmez tükenmez bir karartı olarak techno müziğin üzerinde bulut olacak Hawtin’in yağmuruna yakalanırsanız kaçmayın, ışık altındaki tavşan gibi durun ve sadece dinleyin. Varla yok arasında durduğunuzu fark edeceksiniz.

::: http://www.plastikman.com :::
::: http://www.richiehawtin.com/ :::

NoJazz || Reportage

NoooJaazzz!!

Fransa’dan çıkan gruplara baktığımızda, diğer Avrupa ülkelerinden daha keskin hatlarla ayrıldıklarını görüyoruz.. Özellikle de 90’lardan sonra gelen yeni dalga Fransız akımının etkisi, tüm Avrupa müziğini de etkiledi. Hem de bir tek değil bir çok disiplinde. Hip hop, jazz, blues ve bir çok getto kökenli müzik türünün kazandığı ivme, elektronik müzikteki gelişimiyle de beraber çığır açan projelerde karşımıza çıktılar. Bu projelerden biri de 10-11 şubat tarihlerinde Babylon’da yeniden izleme fırsatı bulabileceğimiz NoJazz. Karmaşık yapılarının altında binbir zenginlikle aydınlanan dinleyiciyi büyülemesini çok iyi biliyorlar. Kabaca acid jazz diyebileceğimiz bir grup lakin kendilerini daha ince düşünelim. Bu ince düşüncelerimizi NoJazz’a da açtık, onlar da ince ince her detayı cevapladılar.

Hepiniz farklı müzikal disiplinlerden geliyorsunuz. Nasıl bir araya gelip müzik yapmaya başladınız?

Aslında hepimiz müzik yapmak için bir araya gelmeye çalışan eski arkadaşlardık. Bundan dolayı da yeni bir projede bir araya gelerek kendi tarzlarımızı deneysel bir çalışma ortamına çevirdik.

Bize ‘Kimsiniz siz?’ sorusunun cevabını verebilir misiniz? Hangi müzikal geçmişlerden geliyorsunuz?

Hepimiz farklı müzikal geçmişlere sahibiz. Ben [ Bilbo ] davul çalıyorum ve ağırlıklı pop müzikle iç içeydim, Slam [ saksofon ] modern jazz alt yapısına sahiptir. Yomgui [ trompet ] iyi bir jazz ve elektronik birikiminden geliyor. Balat [ keys, synths ] soul kökenli ve Dj SpeederMike da tam bir hip hop ve siyahların müziğine hayran.

Müziğinizde tanıdık notalar dikkat çekiyor. Çok enteresan ancak bir yandan Beastie Boys’un ilk ve orta dönemlerinden ve Asian Dub Foundation’dan tanıdık tınılar yakalamışken diğer yandan oryantal ve hızlı jazz dalgalarına maruz kalıyoruz. Sizce bu ‘çok’ sesliliğin nedeni nedir?

Bir ilham gelmesi ve onu değerlendirmemiz aslında o kadar da kolay değil ancak müzikal birikimimizi aynı potada eritebiliyoruz. Sonuçta Paris’te yaşıyoruz ve orda yaratıyoruz müziğimizi. Etrafımız dünya müziğiyle sarılmış durumda. Yanı başınızdaki komşunuzda da Paris’in popüler seslerini duyuyorsunuz: Afrika, doğu, Asya…

Yaratım sürecinde neler hissediyorsunuz?

Yaratım süreci her zaman soru işaretleriyle doludur. Özellikle de beş kişilik bir grupta. Asla yaptığınız müziğin iyi ya da kötü olduğunu bilemezsiniz. Çalarken sadece hissedersiniz, ve sonra seyircinin huzuruna çıkarsınız. Seyircilerden aldığınız tepkiler doğrultusunda da ne ‘hissettiğinizi’ anlarsınız.

Biraz da elektronik alt yapınızdan bahsedelim. Bilindik tonların yanı sıra glitche’lerle de müziğinizi destekliyorsunuz. Formunu değiştirdiğiniz müziğe eklediğiniz harmoni ise çok eğlenceli. Bu kompozisyon için gerekli enerjinin kaynağı nedir?

Aslında çok az bilindik ses kullanmıyoruz. Hatta şu noktada daha az bilinen tonları tercih ediyoruz. Tüm elektroniklerin % 90’ı bize ait. Makinelerde ya da canlı olarak kaydediyoruz. Yeni albümüzde [ Have Fun ] 50’lerden Sylvana Mangano'nun ‘ El Negro Zumbon ’undan örnekler alarak tekrardan düzenledik. Ayrıca ünlü Fransız şair ve şarkıcı Claude Nougaro’nun da sesini duyabilirsiniz.

Kaynak konusuna gelince. Kaynağımız; her zaman hayal gücü, tonlar üzerinde çalışmalar, senin de belirttiğin gibi glicthe’ler ve harmoninin uyumu.düzeninden ibaret. Bunları mizahımızla bir araya getirirken her zaman dinleyici için yaratıyoruz.


Sitenizde tutkuları tetikleyen bir U.F.O oldunuz yazıyor. U.F.O’nun bizim bildiğimizin dışında bir anlamı var mı?

U.F.O [ tanımlanamayan uçan obje’ler’ ] bildiğiniz anlamda kullanılıyor. Bu tanımı bizimle beş yıl önce anlaşma imzalayan, Fransa Warner Jazz’ın başındaki adam Pascal Bussy yakıştırdı. :]

Bir de ironik isim durumunuz var. Biraz daha netleştirir misiniz?

Dediğin gibi ironik. Öncelikle, çünkü biz jazz’dan [gizlice] hoşlanıyoruz :] . İsim insanlarda reaksiyon enerjisi yaratıyor. Gerekirse böyle çarpıcı isimlerle bu yeni yüzyılın jazzını yeni alanlara çekmeye çalışıyoruz . Daha basit söylemek gerekirse, jazz’ı seviyoruz ve her dilde işliyor.

Daha önce de konser verdiğiniz Türkiye hakkında neler biliyorsunuz?

Şu günlerde Fransa’da Türkiye çok konuşuluyor. Yani çok fazla şey öğreniyoruz Türkiye hakkında. İki yıl önce geldiğimiz İstanbul’a ben aşık oldum.Yemekler, kokular, müzik, pazarlar, oryantal bir yaşam tarzı…Burayı ilk kez keşfetmiştim. Büyükbabalarım Constantinopolis’ten Mısıra’a gitmişler. Bu gelişten sonra, yapabilsem Türkiye’nin geri kalanını da dolaşmak istiyorum.

Önümüzdeki şubat ayında Babylon’da sahne alacaksınız. Herhangi bir beklenti ya da öngörünüz var mı?

Daha önce, iki çalgıyla geldiğimizde çok eğlenmiştik. Kendimizi tedbirli sayıyorduk. Ancak insanlar eğlenceye zaman ayırmışlardı. Gerçekten çok meraklı ve yeni tarz müzikleri öğrenmeye istekliydiler.

Biraz da günlük hayattan bahsedelim. Fransa’da hayat nasıl geçiyor sizin için?

Aslında turlardan vakit bulabilirsek Fransaya dönüyoruz. buradaki aktiviteler düzenli bir şekilde işliyor, biz de arasına dahil olmaya çalışıyoruz.. Aile, çocuklar diyerek geçiyor zaman. Zaten turlardan daha basit aktiviteler istiyorsunuz. Sinemaya gitmek, spor yapmak ya da arkadaşlarla biraz vakit geçirmek…Grupta iki tane de futbol fanatiği var, geri kalanı ise nefret ediyor futboldan :]

Eğlence ve dans için konseri dört gözle bekliyoruz. İzleyicilerinize söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Garip deneysel yaklaşımlarımızla sahnede herkese açık olacağız. Bizim beklentimiz kanı kaynayan seyirciler, bizimle partiye hazır olun!

Geir Jennsen || Biosphere


Yaşadığımızı sandığımız yer Biosphere

Tepede bir lamba,önünde ufuk çizgisi,etrafında yüzlerce buzul ve hepsi her an üzerine düşmeyi bekleyen sarkıkların gerilimi.Bunların hepsini odanda yaşayabiliyorsan burada bir hata var demektir: Geir Jennsen



Kendi ışığını doğduğu topraklarda alan ve o durgun parıltıyı dinleyenlerin üzerine örten mütevazı müzisyenlerden Geir Jennsen. Karanlıkla haşır neşir,hep “n’apalım hayat bu,mecbur yaşayacağız” olgunluğunda gülümsemesiyle çıktı insanların karşısına.Norveç’in hüznünü o tuhaf gülümsemesiyle dinleyicilere aşılıyor.Her konserinden yüzlerinde mayhoş bir gülümsemeyle ayrılıyor seyirciler.’Ambient tarzın Aphex’i’ olarak anılacak kadar da başarılı bir kompozitör. Teknik anlamda yeterlilik arayanlara, minimalin doğasındaki zenginlikleri sunan sanatçı, işin başından beri mottosunu ‘bu uzun yaratım süreci artistik bir intiharla son bulmalı’ olarak belirlemişti. Kendine has deneysel yaklaşımlarıyla yeni frekanslar şekillendirerek müzikte yeniyi bulmak için uzun bir süre yol aldı.Ona göre O,yavaş çalışan biriydi.

91’de 27 yaşındayken,Biosphere adı altındaki ilk kaydı ‘Microgravity’ Origo Sound etiketiyle çıktı.Minimal yaklaşımlarla en doyurucu tadı hazırlayıp,bir de noise’u algı kapılarının zili yapınca,dinleyenlere değişimi başlatmak için hazır olduğunu gösterdi.Her parçanın bireyselliği,bütündeki sürükleyiciliğini o kadar kasvetli, bir o kadar da rahatlatıcı bir havaya büründürmüştü ki,92’de Apollo/R&S, bu rahatsız kaydı lp ve cd formatında yeniden bastı. Bu sayede teknolojiyi dile getiren Jennsen, güneşi ve ayı Norveç semalarına çivilemiş oldu. Yaşadığımız hava torbası biyosferin dengelerini gene onları kullanarak açıklamayı tercih etmesi,parçaları dinlerken; karanlığın sesi glitch tonlarla aydınlığın savaşçıları Ms2000 tonları arasındaki savaşı gözler önüne seriyor. Duyduğunuzun kalıplarından çıkmış bir müzik olduğunu anlamanız zaman alıyor. Sesi açtıktan sonra müzik geri planda,kendi yatağında akmaya başlıyor.

Brian Eno’nun tecrübelerini kendine fener edinen Geir Jennsen, Biosphere’deki döngüyü Spinoza’nın kararlı nefretiyle beslenmekteydi ve bu döngü 6 aylık uzun gece-gündüz paketleriyle 3 yıl sonra Patashnik albümünde vücut buldu.Korkularıyla yüz yüze gelen bir şizofrenin yaşadığı dalgalanmaları ve sonunda çıkışı kendinde bulmasını daha giriş parçası Phantsm’da merak uyandıran bir gerilimle başlatıyor. Duyduğunuz küçük kızlar ‘We had a dream last night’ dediğinde hikayenin başladığını görüyorsunuz,fakat yanlış hikayeyi dinlemektesiniz. Zira ablanın çağrısını kardeşleri sürekli olarak ‘We had the same dream’ diye cevaplamakta. Tedirgin, manic-depresif kayıtlar ve olmazsa olmazı gök gürültüleri,fırtınayı daha da çekici bir hale sokuyor. Beyin duvarlarından seslerin aktığını duyabilirsiniz. Kullandığı sesler brianwave generator için geliştirilen frekanslara render’lanabilir,beyin bu sayede son parça ‘en-trance’le kendini bulabilir.

Bu gerilimin ne kadar süreceğini kendisi bilmese de Sony Japan,96’da uzun süreli nefeslerin arasına Best of Biosphere albümünü sıkıştırır. Artık aldığı yoldaki tuğlaların altına dönmeye başladığını gören Geir Jennsen, Oz’a gidip hesap soracağının bilinciyle daha uzun adımlar atar. Yayılan zaman 97’de önce ‘Insomnia’ ardında da ‘Substrata’ albümlerinin çıkmasıyla bir güzel ziplenir. Üzerinden uyuşukluğunu atmasından sonra verdiği demeçlerde, artık kontrolünden çıkan bir üretim sürecine girdiğini,bundan da fazlasıyla memnun olduğunu belirtir.Artık matematiğini yeni açılımlarla sergilemektedir. Biosphere’den önce, Bleep adlı projesiyle 90’da çıkan çalışması ‘The North Pole By Submarine’daki asi duruş,bundan sonraki çalışmalarına iyiden iyiye yayılmaya başlar.Ondaki huzursuzluk,sınırdaki askerin gerilimiyle eşdeğerdir.

2000’de April Records’dan çıkan Cirque albümü,adını Cirque buzulundan alıp,tüm özelliklerini de bünyesinde barındırmakta.Albüm sifonunu çekerek içindeki buzulu girdaba sürükleyip darmadağın bir etki bırakmakta.Belki pis değil ama dağınık.Kafanın içinde yükselen ve alçalan kişisel sesleri nötralize ettikten sonra yolculuğun nasıl bittiğini anlamadan ruhu bedenden çıkaracak kadar dağınık.Kullandığı ses pattern’leri işgale başladığında,beyinde oluşan karıncalanma,sizi tabağınızda çatalla oynadığınızın kendi beyniniz olduğuna inandırabilir. Dünya saatinden bağımsız çalışan sanatçı 2000’de,Alman elektronik camiasının güzide label’ı Fax’dan Pete ‘Namlook’ Kuhlmann ile 93’de ilkini ürettikleri The Fires of Ork 2’yi hazırlarlar.İlk Ork’un geçen 7 yılda Pete Namlook; Klause Shultze,Atom Heart ve Mixmaster Morris gibi sanatçılarla çalışmış ve her işinden edindiği tecrübeleri üst üste koyup Geir Jennsen’la yeniden fakat bu sefer daha da güçlü alevlendirdikleri bir meşale vermişlerdir Ork’un eline.Dalga boyları sınırsız,nefes aralıkları ise daha uzundur. Tim Burton bir korku filmi çekse Danny Elfman’ın çalışmalarından daha vurucu bir soundtrack olacaktır Ork’lar. Geir Jennsen Trond Brede Andresen’ın yönettiği 93 yapımı ‘Som evige stjerner’ ile soundtrack çalışmalarına da bulaşmaya başlamıştır.En son Dean Chalkley’nin ‘Strip’ filmi için çalışmasına rağmen onun gözdesi 97’de Erik Skjoldbjærg’in Insomnia’sı için hazırladığı soundtrack’tir.

Miskinliğini çoktan bünyeden uzaklaştıran Geir Jennsen, The Higher Intelligence Agency’den Bobby Bird ile beraber Polar Sequences ve Birmingham Frequencies kayıtlarında ambient için mucizeler yaratmışlardır.Hiç durmayan müzisyenlerin minimal coşkuları Birmingham’daki modern mimarinin en güzel örneklerinden the Rotunda’da açığa çıkar.İç içe geçen dalgaların sesi ve kuzeyin esintisi tedirgin ruh halini katlanılabilir bir yalnızlığa çevirir. Norveç Polar Fest’deki kayıtlarını da albümleştirerek,ölümsüzleştirirler. Bir koronun çığırtkanlığına ’Silent scream’ kavramını yapıştıran Geir, notaların vurduğu her duvara hikayesini yapıştırmaktadır.

Yıllar geçerken şarabımız da bakterileriyle içini beslemektedir.2001’de Substrata 2 kayıdını ‘Man with a movie camera’ albümünü de ekleyerek 2 cd olarak çıkartır.97’de çıkan Substrata albümünü yeniden yayınlamayı istemesi,zaman aralığına sıkışıp kalan bir hikayenin artık bittiğini gösterir. Geçmişi tekrardan su yüzüne getirdikten sonra geleceğin nasıl bir buz kütlesine bağlı, zamanın önünde sıralandığını anlatıyor.Geir Jennsen için yenilerin özümsenmesi ile geçen vakit her zaman dar gelmiştir.2002 ‘Shenzhou’ ve ardından 2004 ‘Autor de la Lune’ albümleriyle zamandaki yolculuğunu kendi başına buyruk yapacağını bir kez daha tekrarlar. Artık ambientte kurguladığı ‘bu uzun yaratım süreci, artistik bir intiharla ölümü’ göz önüne alabilir. Tabutunu görmek istemesek de Geir Jennsen,en azından bir süre solo çalışmalara ara verdiğini belirtti. Sanırım o da mottosunda humanist değişiklere gidecek.


:::
www.biosphere.no :::

Sascha Ring || Apparat






Construction of Rhytms is bleeding for Apparat!!

Kayıp Ruhlar Kentinin kapısında bekleyen biri var. Geldiğinizde kapıyı sonuna kadar açacak ve neyle karşılaşacağınızı size tanıtacaktır. Sakın bu çocuktan korkmayın, aradığınız bir ‘item’ içerde ve yol arkadaşınız da Sascha Ring olacak.

90’ların tutunabileceği iki kavram vardı ortada: ‘Acidci ya da Metalci’ olmak. Müzik bir kısım için Technotronic’in ‘Pump up the Jam’inden ibaretti, bir kısmı için de Slayer’ın ‘Reign in Blood’ albümü baş tacı edilmişti. ‘Acid music’ denen çekicin müziğin içini kazmasından rahatsız olan bir grup Amerikalı arkadaş da tüm bunlardan sıyrılıp ‘Intelligent Dance Music’ kavramını yaratmaya başladılar. ‘Hop-pidi’ melodileri yerlerinden sarsmak uğruna ne gerekiyorsa yaptılar. 1982’de lise öğrencisiyken kariyerinin ilk adımlarını İngiltere’de atmış olan Mixmaster Morris (Morris Gloud) ve 1992’de The Orb’u da dünyaya getiren Dr. Alex Peterson, ‘Chicago house’un yapısına temel taşları oluşturan synth-pop ve ambient kavramlarını birleştirerek yer altındaki halkı beslediler. İngilizlerin o dönemde çıkan yüz karalarını temizlemek adına, evinde disco ve dans ikilisini yaşamak isteyenlerin tercihi IDM’i tanıtan bu insanların açtığı yolda önemli adımlar da ardı sıra geldiler. Warp Records başta olmak üzere, ufak ufak label’lar çoğalmaya ve aralarındaki iletişim mesafesini de azamiye indirerek, sürekli etkileşimde üretmeye başladılar.

Bu olaylar gelişirken Almanya’da bir genç 1985 yazını davul dersleri alarak geçirmekteydi. Müziğe ‘Construction of Rhytms’ başlığıyla adını yazmaya bu yıllarda başlayan ‘Sascha Ring’, bas tonlara olan tutkusunun peşinden elektronik müziğe kadar sürüklendi. Bu maratonun ilk soluğunu da, zaman zaman, 400 bpm’e kadar çıkan vuruşlarıyla ‘gabba’ müzikle tanıştığında aldı. O dönemki müzik anlayışı, asi gençlerin işgal evlerindeki son küllerini yaşatma çabasında olan bu gençlere, hard-core techno’yu sunmaktaydı. 1992-96 arasını yeni oyuncaklarıyla oynayarak ve hardcore disco parçalar çalarak geçiren Sascha, 97 yılında gitmesi gereken yere, Berlin’e gitti.1998 yılında ‘MuMu’ adındaki minik Berlin label’ından ‘prüfsumme 8’i çıkarttıktan sonra, 99’da artık sert tonlarından sıkılmaya başladı ve müziğini farklı kompozisyonlara oturtmak için işin biraz da ‘tasarım’ yanıyla ilgilenmeye başladı.

Sascha Ring bu noktadan sonra, ‘Apparat’ adıyla yoluna devam etti. Öyle ki, kazandığı ivmeyle 7 ep, 3 lp’yi beş yıl kadar bir zamana sığdırdı. Gabba’yı asiliğinden, kusmak istediği nefretinden tercih ettiğini söyleyen Sascha Ring, çığlıklarını duyurmak için dünya dışı seslerini, 2000 yılında Jetlag Records’dan çıkarttığı Algorthym ep’siyle hızlı bir giriş yaptığı IDM dünyasına tanıttı.Ep’nin başından sonuna kadar tattırdığı huzursuzluk, bir çok kişinin ilgisini çekti. Bunlardan biri de, cyber-punk’la yola çıkan, ardından minimal tonlara yönelen T.Raumschmiere (Marco Haas) oldu. T.Raumschmiere, o dönem adı ‘Katapult’ olan label’ına Sascha’yı da ortak ederek, ‘S.hitkatapult’ adını koydular. 2001 yılında artık yeni Lp’si ‘Multifunktionsebene’ kendi firması S.hitkatapult’dan çıkaran Apparat, neyi nasıl anlatacağını belirlemiş, IDM’in osiloskop’unu ters dalgalara maruz bırakmaya başlamıştı. Bu yıl içinde bir çok complation’a dahil olan Sascha Ring, aynı hızla 2002 ep’si ‘tttrial and eror’u hazırlamaya koyulur. Her tonun ayrı bir boyut kapısına tekabül ettiği kayıt, her şeyin yerli yerinde olduğunu kontrol etme ihtiyacı uyandırmakta. Sağ kulağından girip sol kulağından çıkan glitch’lerin uzunluğu beyninizi ikiye ayıran bir testereden farksız. Lakin bu testerenin üzerine yapışmış duygular içinize de işlemekte, bir trompet sesinin yayılımı da işleri düzene sokmak için sizi bekliyor olucak. Mola yerlerinin Apparat tarafından belirlendiği bir yolculukta, iniş takımlarınızın açılıp açılmayacağı konusunda bir tedirginlik yaşayabilirsiniz, dikkat.

Bu arada bir de BpitchControl gibi önemli bir label’la olan çalışmalar başlar. Moderat’la ‘auf kosten der gesundheit’ ep’sini hazırlayan Sascha, ertesi yıl ‘koax’ adlı remix ep’sini de hazırlayarak artık kendi albümüyle ilgilenmeye başlar. Kayıp ruhlar atlası ‘Duplex’ albümünü, baştan sona ‘Syntax Error’ yaratan, başlı başına bir kompleks. ‘Granular Bastard’ parçasına uygun görülen noise yaylılar, yalnızlığa bırakılan ruhların sahipsiz dolaştığı ortamlarda, arzulanan tekilliği yaratmakta. Kendi dünyasını kurmak için her türlü desteği bu albümden çıkarabilir müzik tutkunları. Sanatçının kendini tanıttığı en belirgin albümü ‘Duplex’ hakkında, kendisi de ayrı bir heyecan duymakta. Karmaşası ve durgunluğu iki uçtan gelerek çarpışmakta tüm albümde. Ortaya çıkan reaksiyon enerjisi o kadar güçlüdür ki, o enerjinin fazlalığını atmak için remiks’ler devreye girer 2003’de ve Ellen Allien için ‘TrashScapes’ , TimTim için ‘Atwater Ca’, Hakan Lidbo için ‘Clockwise’, Yasume için de ‘Slowly, Clearly and Calmy’ parçalarını yıkıp yeniden yapar. Aynı yıl içinde Ellen Allien ile ‘Remix collection and Astral Ep’ toplamasının prodüksiyonunu üstlenir Sascha ve artık turneye çıkma vakti gelmiştir. Dolaştığı ülkelerde herkesi kontrol altına alması, onun varlığı anlatma yeteneğinden kaynaklanmaktadır. Jargonunda ‘varlık’ yoktur lakin o yoklukla en iyi şekilde doldurmaktadır insanların beynini. Düşen her damla civa, beynini eritmektedir dinleyicilerin. Zaman ve mekan gene kalkmıştır bizim boyutumuzdan, uzaydan sesler etkisi altına almıştır beynimizi. Bu arada Sascha Ring elini atacak bir delik daha bulmuştur. İtalyan sanatçı Gianna Nannini’nin seslendirdiği ‘Pia’ operasının parçalarının prodüksiyonunu da üstlenir. Ortaya çıkan çalışmanın memnuniyeti İtalyan sanat camiasında da güzel eleştirilerle yer edinmiştir kendisine. Ertesi yıl gene Gianna Nannini ve Nitrada için mixer’in başına geçen Sascha Ring, 2001’de Marit Posh ile başladığı projesi ‘Shapemodes’ ep’sini 2003’de tamamlar ve Neo Ouija etiketiyle piyasaya sürer. Marit Posh’un vokal rengiyle boyanan ‘Riding’ adlı parça Xela ve Helios Hatsu’nun da aralarında bulunduğu Neo Ouija toplamalarından Ellen Allien ve Uwe’nin prodüksiyonunu üstlendiği BpitchControl toplamalarına kadar hepsine yayılır bu tablo.

Shapemodes’un açılışı darbelere dayanıklı kafa tasında titremelerle çatlaklar açmaya başlar. ‘Solaris’in çalışmalarının sonucu açılan çatlaklardan da sızmak Marit Posh’un işidir artık. Bakkalın oradan dönüp geldiğinizde sizi bekleyen Sascha, ‘Get Out of Your Krib’ parçasıyla tüm huzurunuzu melankoliden temin etmeniz için sizi kovalar. Sığındığınız yerde ise ‘Scissors And Saxophones’ tüm nöronlarınıza sıkı sıkıya sarılacak fakat güçlükle çekiştirecektir. Savaş alanına dönen beyin, bir anda duyacağı arp sesi ve onun mid’e dönüşümünü izlemekle hayatının hatasını yaptığını anlayacaktır. Hatalarını da kendi temizleyen Apparat yapının ‘Sinus’ünü alarak ‘Radau’ ile size kapıya kadar eşlik edicek ve bu rüyadan çıkıp uykunuza devam edeceksinizdir.

Tüm bu sesler dikkatini çeken, İngiltere’nin medar-i iftiharı, BBC’nin başarılı Dj’i John Peel Apparat için ‘Peel Session’ ortamı yaratır ve 4 güzel parçasıyla Sascha da Peel’e olan sevgisini dile getirmiş olur. Lakin kısa bir süre sonra da John Peel aramızdan ayrılacaktır.
Bu kayıtlardan sonra kendini yolara vuran Sascha Ring, o festival senin bu kulüp benim diyerek yoğun bir tempoya girmiştir. Bu arada, ‘Can't Computerize It’ adında yeni 12’liğini de BpitchControl’den yayınlayan Apparat, yüksek bpm’lere ve sert tonlara olan özlemini bu ep’de sonuna kadar açığa çıkarmıştır. Hiçbir hüzün burada yer bulamamıştır. Sascha bir tek nostaljinin iplerini serbest bırakmıştır ve tamamen mutluluğa dönüşmüştür hepsi. Bu dönemde Bus, Telefon Tel Aviv ve Rechenzentrum 2005 yılında yayınlanacak son Apparat ep’si için Peel Session’dan birkaç parça seçer ve mixer’de karıştırıp Silizium’un içine dökerler.

2005’in hemen başında S.Hitkapult etiketiyle yayınlanan ‘Silizium’ albümü ise artık yolun yeni bir dönüm noktasına gelindiğini belirtiyor. Apparat’ın yapısında bulunan tonlar Sascha Ring’in özellikle kemana olan, yaylılara yönelik tutkusundan tüm parçalar nasibini almış. Gene bir tür nefret söz konusu, ancak anlatılan hikayeler hiçbir şeyin değişmeyeceğini bilen bir ağızdan çıkmakta. Bu da zamanın Apparat’ın içini nasıl doldurduğunun bir uzantısı olarak karşımıza çıkıyor. Dinlediğiniz her parçanın bu kadar yoğun duyguları tetikleyen bir tek kaynaktan beslendiğini anladığınızda, o an içine düştüğünüz girdap size zevk vermeye başlayacaktır. ‘Not a Good Place’ dinleyicinin tüm dünyasını sarsarken, taşları yerine oturan ise Telefon Tel Aviv ve onun temiz ‘Komponent’ remix’i oluyor.

Hiç durmadan uzaylar arası yapılan bu yolculuğun sonunda biz dinlensek de Sascha Ring şu sıralar Ellen Allien ile yeni projelere yelken açmış ve festivalden festivale koşar bir durumda. 2006 yılını beklememiz gerektiğini söyleyen Sascha, şu an irtibatta olduğu sanatçılara bakılırsa, hepimiz için yeni diyebileceğimiz bir platform yaratmakla meşgul, bekliyoruz.


http://www.apparat.net/

Müzik Tüketimi | Part II



Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı sorunsalının dışında, çok müzik dinleyen de kendini bilir!

Birinci bölümünde, müziğin dinleyicide yarattığı enerjik durumun nasıl ortaya çıktığını ve bu durumun kalıcılığının nasıl bir yol izlediğinden, notalar ve seslerin insan beynini nasıl ele geçirdiğinden (?), düzensiz seslerin yarattığı uyumdan muzdarip kaldığımız durumun yarattığı bağımlık noktasından bahsetmiştik. Yaşamımızda önemli bir yere sahip ise müzik, yaşam tarzımızın en belirleyici etkeni olarar gördük. Kültürümüzün en önemli yapısı olarak benimsediğimiz sesleri takip etmek için elimizden geleni yapar bir halde olduğumuzdan bahsettik. Sürekli yeni müzisyenler ve onların yeniliklerini takip eder hatta peşinden sürüklenir bir halde olduğumuzun da altını bir güzel çizdik. Sonu olmayan bu arayışın bizi farklı boyutlara taşıdığının farkında olsak da, bu durumu anlamaya çalıştık, ve şu soruyla noktaladık yazımızı:

Bu durum yaşadığımız kültürü takip etmek ise, bizdeki sahiden gereklilik hali mi yoksa bitmez tükenmez iştahımızın hastalıklı bir göstergesi mi?

Zamanın neresinde yakaldı bizi müzik, bilinmez. Bir kısmımız ailesi sayesinde erkenden müzikle haşır neşir oldu, bir kısmımız ortaokul lise yıllarında tanıştı müzikle. Hatırlıyor musunuz sizi nasıl etkisi altına aldığın? Öncelikle sesler mi imajlar mı çekti sizi müziğe? Algıladığımız ve kendimizi tanıdığımız kadarı yetmemiş olacak ki, bir şeyler bizi bu müziğe eşlik etmek için dürttü. Başladık kasetler almaya. İçindeki kitapçıklardan sözlerini takip etmeye çalıştık. Yurtdışına gidenlere siparişler verdik. Televizyonda bir klip görmek için saatlerce uykusuz bekledik.

Bilişim çağının keskin virajından sonra müzikle birlikte farklı bir bütüne dahil olduk. Hem tarz hem de yaklaşım farklarının birbirine karışmasından dolayı füzyon çalışmalarla içiçeyiz Karakterimizin gizli köşelerini müzikle keşfetmeye başladığımız andan itibaren, kişiliğimize binlerce alternatif anlatım yolu çıkartıyoruz. Bizi en iyi anlatan, o an içinde bulunduğumuz durumu daha biz kavrayamazken önümüze herşeyle seren sanatçılara teşekkür ediyoruz. O kadar ki, birinin dinlediklerinden nasıl bir karakteri olduğunu tahmin edebiliyoruz.

Ben ve Müzik

İnsanın kendini tanıması zorlu bir süreç. Yapılan her şey hiç olmamış gibi bir perdenin arkasından sırıtıyor. Kötü ya da iyi deme şansımız yok. Anlatılan hiçbir şeyin kişisel yarardan öteye gitmesi de beklenmemeli. İnsan isteklerini savurdukça insan. İçinden geldiği gibi yaşadığınca insan. Belki de…Belki de değil. Görmek istediğimiz ben ve yaşayan ben aynı değil hiçbir zaman. Etrafını besleyebilir ama kendisi aç bir ben. Sosyal olma gereksinimi de buradan patlak veriyor. Oturup evimizde keyif çatmak varken bizi tamamlaması için insanlarla olmayı tercih ediyoruz. Herkesin kendinde gördüğü, dışarıyla paylaştığı ve bu konuyu kusursuz açıklayan bir motto var:

Herkese akıl verebilirim ama kendime asla…

Bu belirsizlik içinden bizi kurtaran da müzikle geçilen trans hali. Ben'in kendini bulmasındaki belki de en önemli etken. Kafamızda cevaplar olmasına rağmen sorularla eşleştiremediğimiz çok fazla anımız var. En nihayetinde ben'i tanıma süreci kolay bitecek gibi gözükmese de dinlediğimiz parçalardan kendimize ait sırlara ulaşabiliyoruz. Bu duruma olan bağımlılığın hastalık mı gereklilik mi olduğu tartışmasında genel görüşü Aristo betimliyor.


Büyülü kelime: Katharsis

Aristo'nun tiyarodaki estetik anlayışıyla betimlenen yapı Katharsis. Kelime, eski Yunan'da tiyatro oyunları izleyen seyirciye, o anı yaşıyormuş hissini uyandırma çabasından doğuyor. Yani seyirciyi drama dahil etme, ordaymış hissi uyandırarak anı yaşamaları isteği. Sanat'ın doğmasında en önemli temeli oluşturan bu estetik kaygı, eser ve izleyicisi arasındaki iletişiminde en sağlıklı yolların kurulmasına olanak sağlıyor.

İnsan, her zaman en iyi ve en güzeli istiyor kendine. Bu amacı için, hangi ortamda hangi araçlar kullanılması gerekiyorsa da kullanıyor. Bir işlev sanat oluyor ve diğerinin üzerine konuyor. Zamanla bu ikincil işlev de, estetik anlayışmızla beslenip ayrı bir iletişim platformu oluşturuyor. Tıpkı tiyatro ve müzik arasında yaşanan sosyal ilişki gibi. Tiyatro sanatının muhteşem tarihinin bir noktasında, ona eşlik eden, genelde ikinci unsur olarak görülen müzik de estetik kazanıyor.

Barok dönemin counterpoint denen üstüstelik anlayışı, genel havayı dinleyicide sabitlerken, sanatçı da kendi istediklerini bir bir anlatmaya başlıyor artık. Bu durum resim sanatında hakim renk olarak isimlendiriliyor. İzleyicinin dikkati genele yoğunlaştırılıyor ve yavaş yavaş yakasından tutulup tablonun içine çekiliyor. Durum böyle olunca, bizim de dinlediğimiz şeylere kendimizi kaptırmamız, her zaman daha iyisi olduğunu bilmemizden de sürekli bir arayış içinde olmamız doğal karşılanmalı. Yaşadığımız süre içinde herşeyi deneyimleyemediğimizden, büyüsüne kapıldığımız filmlerin karakterleri olmayı tercih ediyoruz. Sanatçı kendini dinletebilecek bir karakteristikle bu havaya hakim olduğunda, biz de onun deneyimlerini paylaşıyoruz. Beyinde yer eden yüzlerce hikaye ve bu hikayelerin parçaları var.

İnsanların attıkları yeni adımların nerelere götüreceği bilinmez. Ancak müziğin kafada açtığı yolların sonu, hep bir çözümle bağdaşıyor. İnsanın sürekli sorun çıkaran bir yaratık olduğunu düşünürsek, müziğe olan bağımlılığın olumsuz bir havada adlandırılmasının mantıklı olmadığını görüyoruz. Evet, açıyoruz müziğin sesini, yola devam.

Müzik Tüketimi | Part I

Daha fazla, hep daha fazla yeni ses, daha fazla yeni dünya görmek istiyorum!!

Ne zaman biteceğini bilmesek de, insan ihtiyaçlarını karşılamak için hep bir üretim bandının yanına konuşlanmış beklemekte. Ya peki beyin bunları kaldırabilecek mi?


İlk yılları insanlığın. Uzaktan birbirimize çığırarak iletişim kuruyoruz. Ardından bunun yetmediğini görüp uzaktakilere daha da uzaktakilere bu büyülü sesleri gönderiyoruz. Notalarla tanışmamız çok da enterasan aslında. İlk olarak, hastaları iyileştiriyoruz onlarla. Sonrasında insanları hasta ediyoruz kara büyülerle. Tanrılara bile sesimizi onunla duyuruyoruz. Duygu aktarımının hat safhalarda olduğu büyülü bir dünya notalarınki.

- Tanrım ( ya da her neyse) bu bedeni sana sunmaya hazırız. Gelip alır mısın lütfen?

Düzensiz sesler arasında ahenk bağını kuruyoruz. İnsanın yapısı da bir garip. Birden düzenli ritmler getiriyor dünyasına. Arkası da çorap söküğü gibi; bir alet daha geliyor yanına bir diğerinin ve harmoni başlıyor. Bir ordan bir burdan ritmlerle sarılan ağaçlara dahi eşlik ediyor rüzgarın sesi. Tüm doğa daha da canlanıyor. Uzun bir süre de buna seviniyoruz. Malum hangi çağda olursa olsun, insan yeni bir kullanım alanı ele geçirince mutlu oluyor. Bir de bunu dünyada ilk yapanlardansa, dokunmayın keyfine.

Bu mutluluk geçip gidiyor tabi o kadar ayinden, kurbandan sonra. İyice çöküyor topluluk. Gene çalgıcılara bi’şey olmuyor. Yetenekliler, şimdi olduğu gibi duygularımızı okuyor. Yaşanmışlığı düzenleyip geleceğimize koyuyor. Birden umutla doluyor içimiz. Hep gerçek dünyaya gerçekçi yaklaşıyor müzisyenler. Varolmayanı anlatırken, yok olabiliyorlar zaman zaman.

Kendimize söyleyemediğimiz bir çok kelimeyi birkaç notada anlatabiliyorlar. Müziğin asıl amacı da bizi burdan soyutlamak zaten. Ortadan kaldırmak ve yerimizin genişliğini içimizde sıkıştığımız alanla anlatmak. “Kaç misli büyüklükte senin dünyan senden, peki sen ne kadar küçüksün dünyandan?” diyor sürekli. Çünkü sen bir tek boyutlarla düşünüyorsun dünyayı. Ne boyutundan bahsediyorsun halbuki, senin bu deriden çıkan sesin, bu adamın elindeki tahtadan da çıkıyor artık. Zamanla bu da özümsenir deniyor ama bu hikaye burda bitiyor. Lakin süreç durmuyor, olaylar gelişiyor.

Tüm canlılar gibi tüm cansızlar da büyüyor. Yeni sesler yeni aletlerden çıkarılıyor. Yaylılar ve vurmalıların üzerine biraz da üflemelileri ekleyip yanına da Haendel ya da Bach verince, tüm notalar osiloskop ekranında beliriyor. Başka bir curcuna hazırlanıyor sahneye çıkmak için. Bir iniş çıkış grafiğini kompozisyonlarla anlatmaya başlıyoruz artık. Batı medeniyeti dediğimiz Rönesans’dan öncesini yok sayan bir yerde kraliyet ailesinin sesi oluyor kabul gören. Tabii o zaman dünyanın her yeri bu kadar yakın değildi. Gene de bir çok ülkede müzisyenler etkileşim sürecine dahil oluyor. Dünyanın her yerinden notalar buluşuyor. Hala da devam ediyor bu buluşma. Gelişen insanın kendini tanımasıyla daha da çok ses duyuyoruz daha çok duyguya karşılık gelen. Gün geçtikçe sınırlarını tazeleyen bir Dünya’da, çok sesli müzik bir kişinin yaratabileceği formata dönüyor.

İçinde bulunduğumuz yapının sesine kulak veriyoruz. ‘Müzik sever’ oluyoruz. Anlık duygularımıza en iyi giden hangi şarkı ya da şarkılarla bir playlist yapıyoruz, iyi de olsak kötü de olsak kafamızı toparlıyoruz. Sevincimize de hüzünümüze de uygun ortamı sağlıyoruz. Artık frekanslarımız da müzikle içiçe yaşıyor. Daha doğrusu bizim yaşam biçimimiz, dinlediğimiz müzikle şekilleniyor. Dinlediğimiz müziğin kültürünü yaşıyoruz. Hayatın anlamını bir kişinin bulamayacağını bilen insanlar olarak bir çok kişiden fikirlerini dinliyoruz. Ortak bir çok noktamızı buluyoruz. Çoğu zaman farkedemediğimiz ya da anlamlandıramadığımız kendimizi, parça parça müzisyenlerden toparlıyoruz. Bach ya da Beethoven’ı dinlerken doğanın karmaşasına nasıl ayak udurduğumuz görüyoruz. Pink Floyd ya da Jim Morrison’ı dinlerken 20. yüzyıl felsefesine giriş derslerini izliyoruz. İşin garip yanı, tüm bunları görürken kulaklarımızı kullanıyoruz. Zaman ilerledikçe imkanlar da ilerliyor ve herkesin kendi duruşunu notalarla duyurabilmesini olanaklı kılıyor.

Hep bahsedilen ‘son 50 yıl içindeki teknolojik gelişmeler’ ve bilginin zengin kaynaklardan hızlı ulaşımı bir kargaşaya da ön ayak oluyor. Kendilerine uzayda bir platform yaratan notalar artık daha fazla insan kaldıramayacak şekilde kirleniyor. Bir yandan bu işin kalitesi düşük geliri büyük bir piyasası var artık. Öte yandan kaliteli dediğimiz, kriterleri meçhul bir piyasa da yeraltında kirlenmeye devam ediyor. Bunları bir yana bırakacak olursak, asıl tartışmanın dönmesi gereken noktayı görebiliyoruz. Bu kadar yeni ama benzer notalar içinde, en iyi kombinasyonları yakalamak için delice bir tutkuyla müziğin peşinden gidiyoruz. Yaşadığımız kültürün gerekliliklerini mi yerine getiriyoruz acaba?

Dünya müziği bir geçiş noktasında. Daha da beteri bir çöküş noktasında bulunuyor herkes. Yoruluyoruz gün geçtikçe. Eski notaları ve sözleri biliyoruz, üzerlerine yenilerini eklemek için sürekli bir arayış içerisine giriyoruz. Müzik felsefesinin her adımını takip etmekteyiz. ‘Yeni bir görüş yeni bir sesle mi ifade ediliyor?’, ‘Duygu tayflarına yeniden bir şekil mi veriliyor acaba?’ gibi sorularla yaşıyoruz. İstiyoruz ki ne varsa yeni ve kendine has, onu bulalım, bize kazandırdığı anlamı kendimizce özümseyelim. Hızlı iletişimden kaynaklanıyor olsa gerek, ulaşabiliyorsak her türlü yeni dataya kapılarımız açık.

Bilgiler uçsuz bucaksız. Kitaplar okuyoruz sayfalarca, sanatın her dalıyla ilgilenmeye çalışıyoruz bir yandan da. Amacımız farklı bir bakış açısını daha bünyeye dahil etmek. Herşeyi olabildiğince objektif değerlendirmek için yapıyoruz tüm bunları. Dünyayı müzikle anlatabilecek kadar bağlıyız notalara. Ama biliyoruz ki ne tüm kitapları okumak için vaktimiz var, ne de tüm notaları duymak için. Gene de çabalıyoruz. Olayın dallandığı an da bu an. Karar vermeliyiz, n’apıyoruz biz? İnsanın doyumsuz, sabırsız ve açgözlü olması müzik için de geçerli mi, yoksa tanıdığımız bakış açıları bu durumu daha insancıl bir kılıfa mı sokuyor?

Aslına bakarsak, müzikle bu kadar ilgili bir insan, zaten gerekli arşivi yapmış, çoktan playlist’lerini oluşturmuştur. Belki de ömür boyu yetecek kadar uzun bir listesi vardır. Bizim ironimiz de burda. Müzikle olan uyumumuz tıpkı dildeki gelişim gibi. Gelişmiş denen dillere bakarsak görüyoruz ki her eylemin her yorumu için bir kelime var. Yani gittikçe mekanikleşiyor. ‘Bu yeni mi? alıyorum, bir ara dinlerim’ mantığıyla ilerliyoruz. Bu mantık dahilinde de, müzik sever her ruh hali için gerekli en net kombinasyonların peşinde. Tabi bu kadar data sonunda da kontrollü olmak gittikçe güçleşiyor. Bazen kenarda köşede bir parça buluyoruz daha hiç dinlemediğimiz. Bazen de bir parça buluyoruz çok sevip de aylardır dinleyemediğimiz. Tümünü kontrol etmemizin zor olduğunu bilmemize rağmen arayışlarımız sürüyor. İşin en can sıkıcı yanı bu dataların beyinde log [ kayıt, tutanak ] olarak kalması. Sürekli yüklüyoruz beynimizi, biraz ara veriyoruz zorunlu olarak. Özümseme işlemi bitince yeniden kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu durum yaşadığımız kültürü takip etmek ise, bizdeki sahiden gereklilik hali mi yoksa bitmez tükenmez iştahımızın hastalıklı bir göstergesi mi?