Salı, Ocak 31, 2006

Müzik Tüketimi | Part I

Daha fazla, hep daha fazla yeni ses, daha fazla yeni dünya görmek istiyorum!!

Ne zaman biteceğini bilmesek de, insan ihtiyaçlarını karşılamak için hep bir üretim bandının yanına konuşlanmış beklemekte. Ya peki beyin bunları kaldırabilecek mi?


İlk yılları insanlığın. Uzaktan birbirimize çığırarak iletişim kuruyoruz. Ardından bunun yetmediğini görüp uzaktakilere daha da uzaktakilere bu büyülü sesleri gönderiyoruz. Notalarla tanışmamız çok da enterasan aslında. İlk olarak, hastaları iyileştiriyoruz onlarla. Sonrasında insanları hasta ediyoruz kara büyülerle. Tanrılara bile sesimizi onunla duyuruyoruz. Duygu aktarımının hat safhalarda olduğu büyülü bir dünya notalarınki.

- Tanrım ( ya da her neyse) bu bedeni sana sunmaya hazırız. Gelip alır mısın lütfen?

Düzensiz sesler arasında ahenk bağını kuruyoruz. İnsanın yapısı da bir garip. Birden düzenli ritmler getiriyor dünyasına. Arkası da çorap söküğü gibi; bir alet daha geliyor yanına bir diğerinin ve harmoni başlıyor. Bir ordan bir burdan ritmlerle sarılan ağaçlara dahi eşlik ediyor rüzgarın sesi. Tüm doğa daha da canlanıyor. Uzun bir süre de buna seviniyoruz. Malum hangi çağda olursa olsun, insan yeni bir kullanım alanı ele geçirince mutlu oluyor. Bir de bunu dünyada ilk yapanlardansa, dokunmayın keyfine.

Bu mutluluk geçip gidiyor tabi o kadar ayinden, kurbandan sonra. İyice çöküyor topluluk. Gene çalgıcılara bi’şey olmuyor. Yetenekliler, şimdi olduğu gibi duygularımızı okuyor. Yaşanmışlığı düzenleyip geleceğimize koyuyor. Birden umutla doluyor içimiz. Hep gerçek dünyaya gerçekçi yaklaşıyor müzisyenler. Varolmayanı anlatırken, yok olabiliyorlar zaman zaman.

Kendimize söyleyemediğimiz bir çok kelimeyi birkaç notada anlatabiliyorlar. Müziğin asıl amacı da bizi burdan soyutlamak zaten. Ortadan kaldırmak ve yerimizin genişliğini içimizde sıkıştığımız alanla anlatmak. “Kaç misli büyüklükte senin dünyan senden, peki sen ne kadar küçüksün dünyandan?” diyor sürekli. Çünkü sen bir tek boyutlarla düşünüyorsun dünyayı. Ne boyutundan bahsediyorsun halbuki, senin bu deriden çıkan sesin, bu adamın elindeki tahtadan da çıkıyor artık. Zamanla bu da özümsenir deniyor ama bu hikaye burda bitiyor. Lakin süreç durmuyor, olaylar gelişiyor.

Tüm canlılar gibi tüm cansızlar da büyüyor. Yeni sesler yeni aletlerden çıkarılıyor. Yaylılar ve vurmalıların üzerine biraz da üflemelileri ekleyip yanına da Haendel ya da Bach verince, tüm notalar osiloskop ekranında beliriyor. Başka bir curcuna hazırlanıyor sahneye çıkmak için. Bir iniş çıkış grafiğini kompozisyonlarla anlatmaya başlıyoruz artık. Batı medeniyeti dediğimiz Rönesans’dan öncesini yok sayan bir yerde kraliyet ailesinin sesi oluyor kabul gören. Tabii o zaman dünyanın her yeri bu kadar yakın değildi. Gene de bir çok ülkede müzisyenler etkileşim sürecine dahil oluyor. Dünyanın her yerinden notalar buluşuyor. Hala da devam ediyor bu buluşma. Gelişen insanın kendini tanımasıyla daha da çok ses duyuyoruz daha çok duyguya karşılık gelen. Gün geçtikçe sınırlarını tazeleyen bir Dünya’da, çok sesli müzik bir kişinin yaratabileceği formata dönüyor.

İçinde bulunduğumuz yapının sesine kulak veriyoruz. ‘Müzik sever’ oluyoruz. Anlık duygularımıza en iyi giden hangi şarkı ya da şarkılarla bir playlist yapıyoruz, iyi de olsak kötü de olsak kafamızı toparlıyoruz. Sevincimize de hüzünümüze de uygun ortamı sağlıyoruz. Artık frekanslarımız da müzikle içiçe yaşıyor. Daha doğrusu bizim yaşam biçimimiz, dinlediğimiz müzikle şekilleniyor. Dinlediğimiz müziğin kültürünü yaşıyoruz. Hayatın anlamını bir kişinin bulamayacağını bilen insanlar olarak bir çok kişiden fikirlerini dinliyoruz. Ortak bir çok noktamızı buluyoruz. Çoğu zaman farkedemediğimiz ya da anlamlandıramadığımız kendimizi, parça parça müzisyenlerden toparlıyoruz. Bach ya da Beethoven’ı dinlerken doğanın karmaşasına nasıl ayak udurduğumuz görüyoruz. Pink Floyd ya da Jim Morrison’ı dinlerken 20. yüzyıl felsefesine giriş derslerini izliyoruz. İşin garip yanı, tüm bunları görürken kulaklarımızı kullanıyoruz. Zaman ilerledikçe imkanlar da ilerliyor ve herkesin kendi duruşunu notalarla duyurabilmesini olanaklı kılıyor.

Hep bahsedilen ‘son 50 yıl içindeki teknolojik gelişmeler’ ve bilginin zengin kaynaklardan hızlı ulaşımı bir kargaşaya da ön ayak oluyor. Kendilerine uzayda bir platform yaratan notalar artık daha fazla insan kaldıramayacak şekilde kirleniyor. Bir yandan bu işin kalitesi düşük geliri büyük bir piyasası var artık. Öte yandan kaliteli dediğimiz, kriterleri meçhul bir piyasa da yeraltında kirlenmeye devam ediyor. Bunları bir yana bırakacak olursak, asıl tartışmanın dönmesi gereken noktayı görebiliyoruz. Bu kadar yeni ama benzer notalar içinde, en iyi kombinasyonları yakalamak için delice bir tutkuyla müziğin peşinden gidiyoruz. Yaşadığımız kültürün gerekliliklerini mi yerine getiriyoruz acaba?

Dünya müziği bir geçiş noktasında. Daha da beteri bir çöküş noktasında bulunuyor herkes. Yoruluyoruz gün geçtikçe. Eski notaları ve sözleri biliyoruz, üzerlerine yenilerini eklemek için sürekli bir arayış içerisine giriyoruz. Müzik felsefesinin her adımını takip etmekteyiz. ‘Yeni bir görüş yeni bir sesle mi ifade ediliyor?’, ‘Duygu tayflarına yeniden bir şekil mi veriliyor acaba?’ gibi sorularla yaşıyoruz. İstiyoruz ki ne varsa yeni ve kendine has, onu bulalım, bize kazandırdığı anlamı kendimizce özümseyelim. Hızlı iletişimden kaynaklanıyor olsa gerek, ulaşabiliyorsak her türlü yeni dataya kapılarımız açık.

Bilgiler uçsuz bucaksız. Kitaplar okuyoruz sayfalarca, sanatın her dalıyla ilgilenmeye çalışıyoruz bir yandan da. Amacımız farklı bir bakış açısını daha bünyeye dahil etmek. Herşeyi olabildiğince objektif değerlendirmek için yapıyoruz tüm bunları. Dünyayı müzikle anlatabilecek kadar bağlıyız notalara. Ama biliyoruz ki ne tüm kitapları okumak için vaktimiz var, ne de tüm notaları duymak için. Gene de çabalıyoruz. Olayın dallandığı an da bu an. Karar vermeliyiz, n’apıyoruz biz? İnsanın doyumsuz, sabırsız ve açgözlü olması müzik için de geçerli mi, yoksa tanıdığımız bakış açıları bu durumu daha insancıl bir kılıfa mı sokuyor?

Aslına bakarsak, müzikle bu kadar ilgili bir insan, zaten gerekli arşivi yapmış, çoktan playlist’lerini oluşturmuştur. Belki de ömür boyu yetecek kadar uzun bir listesi vardır. Bizim ironimiz de burda. Müzikle olan uyumumuz tıpkı dildeki gelişim gibi. Gelişmiş denen dillere bakarsak görüyoruz ki her eylemin her yorumu için bir kelime var. Yani gittikçe mekanikleşiyor. ‘Bu yeni mi? alıyorum, bir ara dinlerim’ mantığıyla ilerliyoruz. Bu mantık dahilinde de, müzik sever her ruh hali için gerekli en net kombinasyonların peşinde. Tabi bu kadar data sonunda da kontrollü olmak gittikçe güçleşiyor. Bazen kenarda köşede bir parça buluyoruz daha hiç dinlemediğimiz. Bazen de bir parça buluyoruz çok sevip de aylardır dinleyemediğimiz. Tümünü kontrol etmemizin zor olduğunu bilmemize rağmen arayışlarımız sürüyor. İşin en can sıkıcı yanı bu dataların beyinde log [ kayıt, tutanak ] olarak kalması. Sürekli yüklüyoruz beynimizi, biraz ara veriyoruz zorunlu olarak. Özümseme işlemi bitince yeniden kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu durum yaşadığımız kültürü takip etmek ise, bizdeki sahiden gereklilik hali mi yoksa bitmez tükenmez iştahımızın hastalıklı bir göstergesi mi?

Hiç yorum yok: