Salı, Ocak 31, 2006

Müzik Tüketimi | Part II



Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı sorunsalının dışında, çok müzik dinleyen de kendini bilir!

Birinci bölümünde, müziğin dinleyicide yarattığı enerjik durumun nasıl ortaya çıktığını ve bu durumun kalıcılığının nasıl bir yol izlediğinden, notalar ve seslerin insan beynini nasıl ele geçirdiğinden (?), düzensiz seslerin yarattığı uyumdan muzdarip kaldığımız durumun yarattığı bağımlık noktasından bahsetmiştik. Yaşamımızda önemli bir yere sahip ise müzik, yaşam tarzımızın en belirleyici etkeni olarar gördük. Kültürümüzün en önemli yapısı olarak benimsediğimiz sesleri takip etmek için elimizden geleni yapar bir halde olduğumuzdan bahsettik. Sürekli yeni müzisyenler ve onların yeniliklerini takip eder hatta peşinden sürüklenir bir halde olduğumuzun da altını bir güzel çizdik. Sonu olmayan bu arayışın bizi farklı boyutlara taşıdığının farkında olsak da, bu durumu anlamaya çalıştık, ve şu soruyla noktaladık yazımızı:

Bu durum yaşadığımız kültürü takip etmek ise, bizdeki sahiden gereklilik hali mi yoksa bitmez tükenmez iştahımızın hastalıklı bir göstergesi mi?

Zamanın neresinde yakaldı bizi müzik, bilinmez. Bir kısmımız ailesi sayesinde erkenden müzikle haşır neşir oldu, bir kısmımız ortaokul lise yıllarında tanıştı müzikle. Hatırlıyor musunuz sizi nasıl etkisi altına aldığın? Öncelikle sesler mi imajlar mı çekti sizi müziğe? Algıladığımız ve kendimizi tanıdığımız kadarı yetmemiş olacak ki, bir şeyler bizi bu müziğe eşlik etmek için dürttü. Başladık kasetler almaya. İçindeki kitapçıklardan sözlerini takip etmeye çalıştık. Yurtdışına gidenlere siparişler verdik. Televizyonda bir klip görmek için saatlerce uykusuz bekledik.

Bilişim çağının keskin virajından sonra müzikle birlikte farklı bir bütüne dahil olduk. Hem tarz hem de yaklaşım farklarının birbirine karışmasından dolayı füzyon çalışmalarla içiçeyiz Karakterimizin gizli köşelerini müzikle keşfetmeye başladığımız andan itibaren, kişiliğimize binlerce alternatif anlatım yolu çıkartıyoruz. Bizi en iyi anlatan, o an içinde bulunduğumuz durumu daha biz kavrayamazken önümüze herşeyle seren sanatçılara teşekkür ediyoruz. O kadar ki, birinin dinlediklerinden nasıl bir karakteri olduğunu tahmin edebiliyoruz.

Ben ve Müzik

İnsanın kendini tanıması zorlu bir süreç. Yapılan her şey hiç olmamış gibi bir perdenin arkasından sırıtıyor. Kötü ya da iyi deme şansımız yok. Anlatılan hiçbir şeyin kişisel yarardan öteye gitmesi de beklenmemeli. İnsan isteklerini savurdukça insan. İçinden geldiği gibi yaşadığınca insan. Belki de…Belki de değil. Görmek istediğimiz ben ve yaşayan ben aynı değil hiçbir zaman. Etrafını besleyebilir ama kendisi aç bir ben. Sosyal olma gereksinimi de buradan patlak veriyor. Oturup evimizde keyif çatmak varken bizi tamamlaması için insanlarla olmayı tercih ediyoruz. Herkesin kendinde gördüğü, dışarıyla paylaştığı ve bu konuyu kusursuz açıklayan bir motto var:

Herkese akıl verebilirim ama kendime asla…

Bu belirsizlik içinden bizi kurtaran da müzikle geçilen trans hali. Ben'in kendini bulmasındaki belki de en önemli etken. Kafamızda cevaplar olmasına rağmen sorularla eşleştiremediğimiz çok fazla anımız var. En nihayetinde ben'i tanıma süreci kolay bitecek gibi gözükmese de dinlediğimiz parçalardan kendimize ait sırlara ulaşabiliyoruz. Bu duruma olan bağımlılığın hastalık mı gereklilik mi olduğu tartışmasında genel görüşü Aristo betimliyor.


Büyülü kelime: Katharsis

Aristo'nun tiyarodaki estetik anlayışıyla betimlenen yapı Katharsis. Kelime, eski Yunan'da tiyatro oyunları izleyen seyirciye, o anı yaşıyormuş hissini uyandırma çabasından doğuyor. Yani seyirciyi drama dahil etme, ordaymış hissi uyandırarak anı yaşamaları isteği. Sanat'ın doğmasında en önemli temeli oluşturan bu estetik kaygı, eser ve izleyicisi arasındaki iletişiminde en sağlıklı yolların kurulmasına olanak sağlıyor.

İnsan, her zaman en iyi ve en güzeli istiyor kendine. Bu amacı için, hangi ortamda hangi araçlar kullanılması gerekiyorsa da kullanıyor. Bir işlev sanat oluyor ve diğerinin üzerine konuyor. Zamanla bu ikincil işlev de, estetik anlayışmızla beslenip ayrı bir iletişim platformu oluşturuyor. Tıpkı tiyatro ve müzik arasında yaşanan sosyal ilişki gibi. Tiyatro sanatının muhteşem tarihinin bir noktasında, ona eşlik eden, genelde ikinci unsur olarak görülen müzik de estetik kazanıyor.

Barok dönemin counterpoint denen üstüstelik anlayışı, genel havayı dinleyicide sabitlerken, sanatçı da kendi istediklerini bir bir anlatmaya başlıyor artık. Bu durum resim sanatında hakim renk olarak isimlendiriliyor. İzleyicinin dikkati genele yoğunlaştırılıyor ve yavaş yavaş yakasından tutulup tablonun içine çekiliyor. Durum böyle olunca, bizim de dinlediğimiz şeylere kendimizi kaptırmamız, her zaman daha iyisi olduğunu bilmemizden de sürekli bir arayış içinde olmamız doğal karşılanmalı. Yaşadığımız süre içinde herşeyi deneyimleyemediğimizden, büyüsüne kapıldığımız filmlerin karakterleri olmayı tercih ediyoruz. Sanatçı kendini dinletebilecek bir karakteristikle bu havaya hakim olduğunda, biz de onun deneyimlerini paylaşıyoruz. Beyinde yer eden yüzlerce hikaye ve bu hikayelerin parçaları var.

İnsanların attıkları yeni adımların nerelere götüreceği bilinmez. Ancak müziğin kafada açtığı yolların sonu, hep bir çözümle bağdaşıyor. İnsanın sürekli sorun çıkaran bir yaratık olduğunu düşünürsek, müziğe olan bağımlılığın olumsuz bir havada adlandırılmasının mantıklı olmadığını görüyoruz. Evet, açıyoruz müziğin sesini, yola devam.

Hiç yorum yok: